Yin ve yang…
Denge.
Hayat!
Hayatta tüm insanların eşit olduğu tek şey ölüm. Nasıl yaşadığın, ne kadar paran gücün olduğu, çevrende ne kadar insanın sana dalkavukluk ettiği, egonun ne kadar yüksek olduğu, nereye gömüldüğün, nasıl uğurlandığın değil. Ne kadar ezildiğin, ne kadar ezdiğin, ne kadar kırıldığın ne kadar kırdığın değil… Sen kendini daha iyi bir insan yapabilmek için ne yaptın? Sen hatalarından ne kadar ders aldın? Sen egona mı yenildin, güce mi esir oldun? Sen bu dünyadan giderken ruhuna ne alıp, ne götürdün? Sen bu dünyanın sürekliliği ve daha iyi bir yer olması için ne yaptın?
**
Geçen 8 aydan sonra bu satırları yazmaya hazırım sanırım. Anıları için uzun zamandır yapmak isteyip, elimin bir türlü yazamadığı, gönlümün bir türlü dile getiremediği bir acıydı içimdeki. Geçti, demeyeceğim, geçmedi. Geçmeyecek. Geçmesin. Bu acılar unutulmasın… Bu acılar ki aile demek, kardeşlik demek… Aile bağlarını, sevgi bağlarını daha iyi anlamak ve sıkı sıkı tutunmak için neden demek. Dostluk demek. Güç bulmak demek. Hayat demek…
20 Haziran sabahı, uzun zamandır kendisini çok yıpratan zorlu bir hastalık döneminin ardından eniştemi kaybettik. Eniştemizi, babamızı, kaptanımızı, Sacit Dokuzlar’ı… Babalar gününün hemen ardından bırakıp gitti bizleri… Halamın eşi değildi benim için; 6 yaşımdan, 22 yaşıma “yuvadan uçana” kadar aynı apartmanda ya da karşılıklı apartmanlardaydı evlerimiz. “Kızıydım” ben O’nun. Çok anneli, çok babalı bir çocuktum hep. Annem dışında halalarım, teyzem vardı; babam dışında amcam ve iki halamın eşleri eniştelerim vardı hep hayatımda… Şanslıydım kısaca…


Kaptanımın ardından, sadece 3 gün sonraysa, babaanneciğim gitti. Bir acıyı yaşayamadan öteki geldi. Sonrası işte ikiye katlanan üzüntü, şaşkınlık, gönül yorgunluğu ve günler geçtikçe artan özlem… O kadar çok anı var ki hafızamdan gelip geçen… Bir insanın hayatında sahip olabileceği en tatlı babaanneydi bence Emine Hoşcan. Aileyi öyle bir toplar, öyle güzel bir arada tutardı ki… Ailemizin sultanıydı benim babaannem…. Dile kolay neredeyse 15 sene alzheimer gibi berbat bir hastalığa direndi, bizlerden en çok uzaklaştığı zamanlarda bile dedemle şarkılarını sorduğumuzda hatırladı; “Dünyada biricik sevdiğim sensin/ Güzelsin, tatlısın, incesin, şensin…” diye cevapladı… Diyorlar ki, gençliğinde o kadar güzelmiş ki Shirley Temple’a benzetirlermiş. Eski bir fotoğrafı var ki anlatamam; ilk fırsatta buraya yükleyeceğim… Ve size bir şey söyleyeyim mi, uğurladığımızda da çok ama çok güzeldi. Yaşadığı hayatın bütün izlerinin yerleştiği, yorgun ve tatlı bir huzur vardı yüzünde…
Eskiden pek anlayamadığım bir laftı; “Allah bu acıyı unutturmasın”..! Ne acayip bir dilek, derdim kendime. Beddua eder gibi, bir insan bir insana niye böyle bir şey söyler ki… Artık anlıyorum… Bu acıları unutmak, bu acıları duymamızı sağlayan, kalp bağı kurduğumuz insanları, aile bağlarını, sevgi bağlarını unutmak demekmiş meğer… ve kendim için dilek tutuyorum; Allah bu acıları unutturmasın…
*
Yani işte nasıl söylenir bilmiyorum;. Aziz dedem, Mahmut dedem, Sacit kaptanım ve Emine sultanım; gittiniz ama varlığınız hala bir şey katıyor bana… Bıraktığınız anılar, mutlulukla karışan üzüntüler ve özlemle dolan gülümsemeler getirdi hayatıma. Hayat bir yolculuk… Ve bu yolculukta arkada bırakabildiklerimiz yaşamak. Bırakıp gittiğinizde, arkanızdan dökülen onca gözyaşını gördüğümde daha iyi anladım.
Küçücük bir kız çocuğuyken, “hav hav hav benim cici köpeğim“den sonra sanırım ikinci öğrendiğim ve “bize şarkı söyle” diye ailenin karşısına çıkarıp söylettiğiniz bu şarkı sizin için…
Edit: Bu yazıyı yazdığımda yüklediğim ilk video kullanılmaz olmuş. Öyleyse yeniden ve daima :-) Mihrabım Diyerek – Zeki Müren :-)
Aileme dip not: Okuyorsunuz biliyorum; bu yazıda ağlamanız yasak..!